Meşhur bir söz var “Tasavvuf anlatılmaz, yaşanır” diye. Yani tasavvufu anlamak için “kal” değil de “hal” ilmi gerekir. Bu söz aslında sadece tasavvuf için değil, bir yönüyle doğrudan İslam medeniyeti için de kullanılabilir. Çünkü bizim medeniyetimiz teoriden ziyade, pratiğe dairdir. Bu pratik de asırlar boyunca nesillerden nesillere aktarılmıştır. Bunu öğreten ve aktaran da metinler ve kurallardan ziyade ev, aile, okul, mahalle, dergah, mescit ve çeşitli meclislerdir. Bu ortamların her biri, topluma yeni katılan nesiller için rehber kişiler barındırır. Böylece yeni nesil, doğruyu görerek, yaşayarak öğrenir ve benimser.


Evde anne ve baba; ailede dede, nine, amca, dayı, hala, teyze, ağabeyler, ablalar ve akran olan çocuklar; okulda hoca; mahallede komşular, büyükler; dergahta dervişler; camide imam ve müminler… Hayat içinde topluma ait her bir fert bir öğretici ve rehber konumundadır.

Maalesef, son iki yüz yılda hızla yıpranan ve yok olmaya yüz tutan bu yapı, pratikten ziyade teori üzerinden bir algı ile işleyen Batı’nın tesiriyle sanki İslam medeniyetinin pedagojiye, eğitime dair bir teorisinin olmadığı zannını yaygınlaştırdı. Netice olarak bugün eğitim öğretimimizin büyük bir kısmı Batı kaynaklı teori ve metinler üzerinden ilerliyor. Oysa mesele, bir hadis-i şerifte de özetle şöyle buyrulduğu gibi yokluktan değil, gelenekten kopuştan kaynaklanmaktadır: “Allah Teala, ilmi kullardan soymak suretiyle çekip almaz. Ancak ilmi, alimleri almak suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir alim bırakmayınca da insanlar bir takım cahil başlar edinirler, onlara sorular sorarlar ve onlar da ilimsiz fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.” (Buhari, İlim, 34)

Alabildiğince pörsümüş ve yıpranmış modern gözlerle eskiyi tarif etmeye ve anlamaya çalışmak, şüphesiz zor olacaktır. Dolayısıyla eskiye dair olanları yine eskilere sormak daha iyidir. Öyleyse asırlar içinden süzülüp bugüne ulaşmış kitaplar içinde alimlerimizin ve Allah dostlarının bu konuda söyledikleri ve yaşadıklarıyla konuyu açıklamaya çalışalım. 

MÜSLÜMAN’IN DÖRT BİR YANI AYDINLIK

Osmanlıyı kuran kitap olarak da tanımlayabileceğimiz Garipname’de, Aşık Paşa on dosttan bahseder. Bu “on dost” kişinin manevi ve maddi hayatını mamur eden rehberlerdir. Bunlar sırayla Allah Teala, Peygamber Efendimiz (s.a.v), dört mezhep imamı, veliler, alimler, mürşit, arkadaş, anne baba, usta ve devlet başkanıdır. 

Aşık Paşa, her bir “dost”u ayrıntısıyla izah eder ve her birinin niçin gerekli olduğunu, ne fayda verdiğini anlatır. Allah Teala ve Peygamber Efendimiz (s.a.v) imanımızın ve dinimizin esası olan dostlardır. Bu istikamet üzere dinimizi derleyip bir araya getirenler, koruyanlar da dört mezhep imamımızdır. Veliler ve alimler de istikametimizi güçlendiren, her daim besleyen kandillerdir. Mürşit, anne baba ve usta da kişinin yaşadığı dönemdeki öğreticileri, rehberleridir. Devlet yöneticisi de birliği ve dirliği temsil eder. Aşık Paşa her bir dostu bir öğretici, maddi ve manevi olarak toplumu ayakta tutan unsur olarak sayar. Yine kitabının bir başka yerinde de öğrenciyi “hocanın canından çıkmış bir evlat” olarak gösterir. Aşık Paşa’nın kısaca on dost olarak anlattığı unsurların her biri İslam binasının itikadi, ameli ve ahlaki sütunlarıdır. 

İSTİKAMET OKUL ÖNCESİ YAŞLARDA GÖSTERİLİR

Çocukluk çağı, ömrün altın yıllarıdır. Kıymeti bilinmelidir. İleriki yaşlarda olumsuz tavırlara neden olacak davranışların temelleri bu yıllarda atılmaktadır. Şu hadis-i şerifte özetle buyrulduğu gibi “Her çocuk ancak fıtrat üzere dünyaya getirilir. Bundan sonra anası babası (Yahudi ise) onu Yahudi yaparlar, (Nasrani ise) onu Nasrani yaparlar, (Mecusi ise) onu Mecusi yaparlar.” (Buhari, Cenaiz, 79) Geleneksel eğitim anlayışımız da tam bu hadis-i şerifin ışığında gelişmiştir. Dolayısıyla eğitimin amacı; çocuğu zehirli olan her şeyden uzak tutmak ve küçük yaşlardan itibaren Müslümanlara ait olanla tanıştırmak, çocuğa bunları sevdirmek, benimsetmektir.

Yakın zamana kadar toplum olarak gelenekselleşmiş bir aile yapımız vardı. Çocuklar, anne baba, dede nine elinde büyür, onları örnek alırdı. Büyüklerden masallar dinlerdi. Konu komşunun çocuklarıyla oynar, akrabalarla kurulan ilişkilerle hayatı tanırdı. Sosyal hayat ilk başta böyle şekillenirdi.

Bizim dünyamız Müslüman bir dünya. Telakkimiz de böyle olmalı. Arka plan ve kültür dünyamız Müslüman bir ailenin ve cemiyetin kültürü ve 
anlayışı çerçevesinde oluşmalıdır. Mesela bir çocuğun daha ilk yaşlardan itibaren ihtiyaç duyduğu masallar bizim dünyamızı anlatmalıdır. Şair Sezai Karakoç “Çocukluğumuz” şiirinde bu geleneksel eğitimin kodlarını verir: “Annemin bana öğrettiği ilk kelime / Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde / Annem bana gülü şöyle öğretti / Gül, O’nun (s.a.v), o sonsuz iyilik güneşinin teriydi.”
Asırlar boyunca İslam toplumları çocuklarının bu ihtiyaçlarını, hayata bakış açılarını ve inançlarını yansıtan öğelerle gidermişlerdir. Genelde sözlü kültüre ait olan bu unsurlar masal, hikaye, bilmece, atasözleri gibi birçok türü ihtiva etmiştir. Hikmetli sözlerle bezenerek masal ve hikaye kitapları yazılmıştır. İslam dini hayatın özüne karılarak sunulmuştur çocuklara. 

Bunların yanında okul öncesi çağlarda okutulmak üzere akait, siyer ve ilmihal kitapları da kaleme alınmıştır. Bu minvalde birçok Allah dostu çocuklar için, farklı dillerde, teferruata girmeden küçük risaleler yazmışlardır. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Cemaleddin Aksarayi Türkçe; Ahmed-i Hani ve Molla Halil Siirdi Kürtçe; Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri de (k.s) Kürtçe ve Arapça eserler kaleme almışlardır. Allah onlardan razı olsun. Denizden bir damla kabilinde bu misallerin benzerleri bütün İslam coğrafyasında asırlar boyu devam etmiştir. Çocukların kolay ezberlemeleri için akaide, ilmihale ve siyere dair mevzular tekerleme ve şiir şeklinde de yazılmıştır.

“İSLAM DİNİDİR DİNİM”

Yukarıda bahsettiğimiz gibi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin (k.s) çocuklara itikadımızı öğretmek için yazılmış birkaç eseri mevcuttur. Bunlardan biri küçük yaşlarda çocuklara ezberletilmek üzere kaleme aldığı yüz on dört beyitlik “Akaid-i İslamiyye” adlı eserdir. O zamanın diline göre oldukça sade bir üslupla yazılan eser, dil ile ikrar ettiren bir üslupla kaleme alınmıştır. İbrahim Hakkı Hazretleri (k.s); Rabbimiz, Peygamberimiz (s.a.v), dinimiz, mezhebimiz ve zürriyetimiz ile esere başlar:

“Hüda Rabbim, nebim hakka Muhammed’dir Rasulullah
Hem İslam dinidir dinim, kitabımdır Kelamullah
Akaid içre ehl-i sünnet oldu mezhebim hakka
Amelde Ebu Hanife mezhebidir mezhebim vallah
Dahi zürriyetiyim Hazreti Adem nebinin hem
Halil’in milletiyim, dahi kıblem Kabe Beytullah


Allah’ın sıfatlarını anlattıktan sonra kitaplara, meleklere ve peygamberlere imanın gereklerini sayar. Sonra da şöyle der:

“Nebiler ismini bilmek dediler bazılar vacib
Yirmi sekizini bildirdi Kur’an’da bize Allah”

Cennet bahsinde de, müjdeci bir üslupla çocukların diline ve kalbine imanın gereğini nakşeder:

“Girecek cennete müminler onda çok bulup nimet
Görürler şüphesiz orda niteliksiz Cemalullah”

Temel itikad esaslarına değindikten sonra İslam’ın beş şartını da kısaca anlatır ve helal-haram noktasında şu ölçüyü koyar:

“Haramı itikad etmek haram, ondan sakınmaktır
Helali hem helal bilmek, budur cümle Füruzullah”

Yüz on üç beyitte itikat ve ilmihale dair birçok konuyu öz bir şekilde işleyen İbrahim Hakkı Hazretleri (k.s), son beyitte dil ile ikrar edilen bu esasları, kalp ile tasdik edip imanı Allah Teala’nın muhafazasına emanet ederek bitirir:

“Dilim ikrarını kalbimle tasdik eyledim candan
Senin hıfzında imanım emanet olsun ey Allah”

ÇOCUĞU BABA TERBİYE EDER

İslam toplumunda, Kur’an ve Sünnet ışığında yürümeyi öğreten-gösteren veliler ve alimlerdir. Fakat bunun yanında eğitim açısından oldukça güçlü bir figür ve rehber de ebeveyndir. Anne, merhamet ve şefkati temsil ederken; baba, güç ve vakar timsalidir. Mesela, II. Beyazıt devrinde, İslamofobinin ilk örneklerinden sayılan ve Müslümanları, Osmanlıyı kötülemek için kaleme alınan eserlerden birinde, bu güçlü baba figürü anlatılır. Yazar aslında kötülemek için anlatırken, ortaya çıkan fotoğrafta tutarlı, vakar sahibi bir baba portresi çizilmiştir. Eseri kaleme alan kişi, bu güçlü ve vakarlı baba figürünün bütün Müslümanlarda aynı olduğunu ve toplum içinde bir çeşit ahlak denetçisi gibi durduğunu anlatır.
Geleneksel eğitimimize dair önemli ipuçları taşıyan kitaplardan biri de Kutadgu Bilig’dir. Bizde her ne kadar eldeki ilk Türkçe eserlerden olması dolayısıyla daha çok milliyetçi bir algıyla okunsa da aslında kitap dini, tasavvufi, ahlaki bir eserdir. Yusuf Has Hacip sembolik dört kişi üzerine bina ettiği eserinde, hükümdarın danışmanı alim ve arif Ay Toldı, oğluna şöyle seslenir: “Oğlum ben artık gidiyorum, bak, yerim yurdum bütün varlığım sana kalıyor. Sen bundan sonra nasıl olacaksın? Benim seni düşünmekten başka kaygım, tasam yok. Baba oğlunun yetişmesi için emek çekmişse, o oğul adet üzere huyunu düzeltir. Oğlunu iyi yetiştirirse o iyi olur ve ona geleceği hazırlamış olur. Eğer çocuk terbiye edilmezse, heder olmuş demektir, artık sen ondan ümidini kes. Çocuk sahibi baba, bilgili ve uyanık olmalıdır. Yetişme ve iyi insan olmanın çaresi terbiyedir. 

Bak, görmüş geçirmiş kişi ne diyor, dinle! Kimin oğlu kızı nazlı olur, naz içinde büyürse; o kişi ağlayacak duruma geldi, sıkıntıya düştü demektir. Baba oğlunu küçük yaşta başıboş bırakmışsa, çocuğun günahı yoktur, bu sıkıntı çocuk sahibine aittir. Oğul kız huysuz ve kötü olursa, bunun sebebi çocuğu terbiye etmeyen babadır, bunu o yapmıştır.
Baba çocuğu mektebe vererek terbiye etse, sıkıntıya soksa, çocuk o şekilde yetişmekle 
yücelik bulur, buna baba da sevinir.
Ey baba olacak olan! Çocuğunu terbiye altına al da gelip geçen sana gülüp kınamasın. Oğula kıza iyilikler, bilgiler öğreteceksin, onlar bu faziletlerle süslenip hallenip iyi ve temiz ahlaklı olacaklar.”
Kendi oğluna böyle seslenen Ay Toldı, vefatı yaklaştığında hükümdar Kün Togdı’ya bir mektup yazar ve küçük yaştaki oğlunu hükümdara emanet eder. Buradaki vasiyeti de yetim ve sahipsiz çocukların eğitilmesi noktasında önemlidir: “Ey kutlu hükümdar! İşte ben gidiyorum, fakat geride gönlümün ateşi olan oğlum kaldı. Senden dileğim, onunla ilgilen, onu yanından ayırma, yoksa boş şeylerle uğraşır. Benim hizmetim sebebi ile bir hakkım kalmışsa bunun karşılığında onu iyi yola sevk eden ol. Onu kendi haline bırakma, erdem ve bilgi öğret de bunlarla memlekete hizmet etsin.

Başıboş avare bırakma, terbiye altına al, çocuğu terbiye edersen o kutluluğa ulaşır. Çocuğa küçüklükte bilgi öğret, okuyup öğrenmeye küçük yaşta başlarsa hayatta eli her şeye uzanır ve her bir işi yapar. Oğul kız, her bir şeyi küçük yaşta öğrenirse, bunları ihtiyarlayıp ölmeyince unutmaz.”

“YEDİ YAŞTA ARSLAN BABA’YA VERDİM SELAM”

Geleneksel eğitimimizde, cami ve dergahların da ehemmiyeti büyüktür. Osman Ergin, beş ciltlik Türk Maarif Tarihi’nin girişinde kurumsal okullardan önce, hayatın içindeki okullardan bahseder, cami ve tekkenin asırlar boyu ifa ettiği vazifeye işaret eder. Eskiler küçük yaşlardan itibaren çocuklarını evliya meclisine götürmeyi, onlardan feyz ve bereket almasını önemsemişlerdir. Çünkü Allah dostlarının çevresi gül bahçesi gibidir. Yunus Emre Hazretleri (k.s) bizzat kendisi Hz. Mevlana’yı (k.s) görmesini şöyle ifade etmiştir: “Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalı / Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.”
Hoca Ahmed Yesevi Hazretleri de (k.s) bir şiirinde yedi yaşında iken Arslan Baba Hazretleri’ni ziyaret etmesini anlatmıştır. Çocuk yaşta Arslan Baba Hazretlerini ziyareti Reşahat’ta da özellikle vurgulanmıştır:

Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam
Hak Mustafa emanetini eyleyin armağan
İşte o zamanda bin bir zikri eyledim tamam
Hurma verip başımı okşayıp nazar eyledi
Bir fırsatta ahirete doğru sefer eyledi
Elveda deyip bu alemden göç eyledi
Medreseye varıp kaynayıp coşup taştım ben


Ahmet Yesevi Hazretleri’nin (k.s) bu mısraların devamında söylediği şu söz meramı da açıklıyor: “Sünnetlerini sıkı tutup ümmet oldum.”

Bu konuda misal oldukça çoktur, birçok tasavvuf erbabı çocukluktan dergah ortamında, dervişlerin içinde büyümüştür. Onların ahlakıyla ahlaklanmış, haliyle hallenmiş, sözleriyle olgunlaşmıştır. Mesela Hazret Muhammed Diyauddin (k.s) çocukları toplayıp sohbet ederken, mübarek eşinin niye sohbet ettiğini, çocukların bundan bir şey anlamayacağını sorması üzerine şöyle demiştir: “Allah ve Rasulü’nün (s.a.v) zikredildiği yere ilahi bir feyz ve rahmet iner, çocuklar da bundan istifade ederler” buyurmuştur.

Bir diğer misal de bizzat kendi ağzından Şemseddin Sivasi Hazretleri’nin çocukluğuna dairdir: “Babam, Zileli Ebu’l-Berekat Muhammed, Amasya’da Şeyh Habib-i Karamani’nin yerine post-nişin olan Hacı Hızır’ın halifelerindendi. Bu fakir yedi yaşında iken babam; annem Ümmi Sultan Hatun’a, ‘Oğlum Ahmed’i şeyhime götüreceğim. Sefer için bir miktar azık ve zahire hazırla ve Şeyh Efendi’ye de bir hediye koy’ deyince annem hazırlık yapmış. Kış günü beni merkebe bindirip babam piyade ve Kur’an-ı Kerim okuyarak ikinci günde Amasya kasabasına vardık. Hacı Hızır Efendi’nin şerefli huzurlarına girip mübarek ellerini öptük... Ben ellerini öptüğümde, ‘Böyle kış gününde bu masumu niye getirdin?’ diye sordu. Babam ‘Nazar ve himmetiniz, hayırlı duanız, şerefli sohbetiniz ve sizin kamil hal ve cemalinizi görsün ve teberrük olsun diye getirdim’ dedi. Bunun üzerine Şeyh Hazretleri ellerini kaldırıp yalvarıp yakararak bir dua etti ki mecliste bulunan herkes ağlayarak “Amin!” dediler. Hala Cenab-ı Hakk’ın bu fakire ihsanları ve kemalatını, o hayırlı duanın tesir ve bereketi olarak bilirim.”
Geleneksel eğitim algımızda, anne baba ve çevre doğrudan çocuğu eğip büken, eğiten, şekil veren unsurlardır. Aynı iman ile kalbi nurlanmış ve aynı hayat telakkisi ile hayat süren bu çevre, çocuğu da fıtratı dışına çıkarmamış ve asırlar boyu eğitim nöbetini yeni nesillere devretmiştir. 


Alıntı: Semerkand Aile Dergisi

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Top